Wednesday, August 2, 2017

Dokuz gun arabayla Balkan turu


Dokuz gunluk balkan gezisinde sirasiyla Bulgaristan, Sirbistan, Bosna Hersek, Karadag, Arnavutluk, Kosova, Makedonya ve Yunanistan’dan gecerek Turkiye’ye donus yaptik. Toplam 3500 kilometre arabayla yol gittik. Aslinda biri haric Yugoslavya’dan ayrilmis butun Balkan ulkelerini ziyaret etmis olduk. Bazi ulkelerde mesela Makedonya’dan ve Kosova’dan biraz hizli gecmis olduk ama kisitli da olsa ahkam kesecek kadar bir fikrim oldugunu dusunuyorum.

En sonda soyleyecegimi basta soyleyeyim. Yazin deniz tatillerini Turkiye’de ve hatta Yunanistan’da geciren insanlar icin Ege sahilleri bir cennetmis. Ucuz plajlar, tertemiz masmavi bir deniz, guleryuzlu insanlar ve hizmet anlayisina sahip oldugumuzu gorebilmek icin binlerce kilometre yol yapmak gerekti.

Yollarin durumundan baslarsak, otoyol olmayan kisimlarda gercekten tek serit gidis gelis yollarda araba kullanmak oldukca uzun suruyor ve yer yer tehlikeli olabiliyor. Ulkemizde oldukca fazla bahsi gecen duble yol olayinin aslinda ne guzel bir nimet oldugunu da anlamis bulunduk. Ornek olarak Bosna’nin Ivanica sehriden Karadag’in Tivat sehrine gittik. Yol yaklasik 110 km fakat sinir gecisleri haric 2 saatten fazla suruyor. Sinir kapilarinda da 15-60 dakika arasi tahmin edilemez bir bekleme mutlaka yasaniyor. Hatta Yurtdisinda yasayan Turklerin gelis gidis zamanlarina denk gelen durumlarda bazi kapilarda 5-10 saate varan beklemeler isten bile degil. Bunun icin sinir kapilarini cok iyi arastirmak ve beklenmedik bir sorun cikmasi durumunda alternatif rotalar cizebilmek gerekiyor.

Balkan ulkelerinde insanlar kesinlikle asik suratli. Musteriye genellikle kotu muamele ediliyor. Bu acidan kuzey Avrupa ulkelerini hic aratmiyorlar. Hatta Karadag’da garsonlardan bir tanesi masaya kola sisesini siddetle koyarken siseyi elinden kacirip salata tabagina doktu. Baska bir tanesi de ekmek tabagini uzerime bosaltti. Bunlar genellikle sinirli ve agresif tavirlardan kaynaklaniyor. Hizmet sektorunde boyle kotu muameleye alisik olmayan bizleri epey yadirgatti. Ama burda insanlarin hakkinin verilmesi gereken bir nokta yabanci dille iletisim. Hemen her ulkede Ingilizce ile sorunsuz olarak iletisim kurabildik. Garsonlar, benzinciler, sokakta rastladigimiz insanlar derdini anlatabilecek kadar Ingilizce konusabiliyor. Ulkemizde buyuk bir eksiklik olan bu konuyu cozmusler. Bazi yerlerde konusamadigimiz durumlarda da Turkce iletisim kurabildik. Bu ulkelerin cogunun vizesiz olmasi Turk turistlerin buraya ilgisini arttirmis ve bazi esnaf temel Turkce ogrenmis.

Adriyatik kiyilari genellikle kayalik ve bizim alisik oldugumuz anlamda uzun kumsallar pek yok. O yuzden plajlar oldukca az sayida, sezlonglar semsiyeler yuksek ucretli ve normal plajlarin bazilarinda dus ve temiz tuvalet bulma imkanimiz bile olmadi. Hatta ben 2sezlong + semsiye’nin 100 EUR oldugu Sveti Stefan plajini bile gordukten sonra artik sasirmaz oldum. Ege sahilleri bunlarla kiyaslanamayacak kadar guzel gercekten.

Dubrovnik ve Kotor ve hatta Budva gercekten etkileyici sehirler. Kaleleri gormeye deger. Insan sokaklarinda yururken nasil bu kadar iyi korunduguna hayret ediyor. Hatta sanki aralarda atlilariyla ortacag sovalyeleri cikacakmis gibi bir hisse de kapildim bir an. Bunlari en azindan bir kere gormek mutlaka sart.

Prizren ve Saraybosna ise bizim kulturumuze cok yakin sehirler. Ozellikle Prizren’de Turkce konusarak ve sokaklarinda gezinerek insan sirin bir Turk kasabasinda oldugunu farzedebilir. Pristina’yi gorme firsati olmadi fakat oranin da benzer oldugunu tahmin ediyorum. Uskup ise tamamen farkli bir sehir. Buyuk meydanlar genis caddeler. Meydanlarda ve caddelerde devasa heykellerle tam bir Sovyet mimarisi ornegi sergiliyordu. Hatta sanki komunizm biraz once bitmis ve insanlar sehri daha duzenleyememisler gibi cok farkli bir havasi vardi.

Sinirlarda beklemek surekli para degistirmek biraz sorun yaratiyor. Her yerde kredi karti gecmedigi icin bir kac saat kalinacak bile olsa o ulkenin yerel parasinin gerektigi anlar oluyor. Insan Schengen anlasmasinin ve Euro’nun kiymetini de boylece daha iyi anliyor. Avrupalilar bu sorunu cok iyi cozmusler. Hatta tek tarafli olarak Euro kullanan Karadag ve Kosova da bu anlamda bizi rahat ettirdi. Makedonya otobanlari Euro ve kredi karti da kabul ederek bir kolaylik sagladi. Makedonya, Bosna ve Bulgaristan’da dizel yakit Turkiye’ye ve diger ulkelere gore oldukca ucuz. Buralarda seve seve depolarimizi doldurduk.

Bir ulkeye kara sinirindan giris yapmak o ulke hakkinda ilk izlenimler konusunda cok etkili oluyor. Mesela biz bu seyahat boyunca en cok Arnavutluk ayagindan cekiniyorduk. Bu ulke hakkinda duyduklarimiz genellikle olumsuz seylerdi. Yanimizda cocuklar da oldugu icin guvenlik kaygilariyla bu ulkeden mumkun olan en kisa zamanda gecmeyi ve hemen hic durmamayi kararlastirmistik. Karadag’dan Arnavutluk’a girdigimiz andan itibaren hemen her isikta dilenciler uzerimize adeta saldirdilar. Arabalarin kapilarini acmaya calisip para ve yemek istediler. Guzel bir karsilama olmamisti. Bu ulkede cok fazla oyalanmadan gectik. Ama objektif olarak dusundugumuzde olumsuz birsey yasamadik. Benzin ve kahve icin durdugumuzda Ingilizce bilen saygili insanlarla karsilastik. Hirvatistan’da karsilastigimiz baska bir Turk grubu guneyden Arnavutluk uzerinden gelmisler ve yaklasik bir hafta oralarda dolasmislardi ve hicbir olumsuz durumla karsilasmamislardi. Karadag’da kiraladigimiz dairenin sahibi surekli Tivat cok emniyetlidir hic sorun olmaz hic birsey yasamazsiniz diye surekli tekrarlayinca aslinda olmayan bir korkuyu tetikledi. Karadag’da arabalarimizi surekli guvenligi olan park yerlerine biramaya calistik. Gerci Kotordaki park yerinin gorevlisi gece 11:30 gibi arabanin yanina gittigimizde paydos etmisti ve cami kirilmis gordugumuz tek araba ucretli otoparkin icindeydi ama olsun kafamiz rahatti genelde. Sirbistan’da benzincide durdugumuzda camlari silmek icin yanimiza yaklasan adam camlari super  temizledi. Ben de yanimda sirbistan parasi veya bozuk euro olmadigi icin yaklasik 1 euro tutarinda 4TL verdim bozuk olarak. Ben bunlarla ne yapacagim falan dedi (bu arada camlari silmeye gelen dilenci kilikli adam da ingilizce biliyordu) ama sonucta para paradir deyip aldi.

Uzun araba yolculuklarini cocuklarla yapmanin zor oldugunu dusunenler olabilir. Bununla ilgili olarak cocuklarin yaslarina ve karakterlerine uygun bazi onlemler almak yolculugu iskence olmaktan kurtarabiliyor. Kendi adima bazi onlemlerim soyle oluyor. Oncelikle kucuk cocuklarin yolculukta sorduklari soru ne kadar kaldi ne zaman gelecegiz oluyor. Cocuk buyudukce mesafe ve zaman kavramlari oturdukca telefondaki navigasyondaki bayragi gostermek, kilometre saat bildirmek ise yarayabiliyor ama daha kucuk cocuklar icin bu cok fazla bir anlam ifade etmiyor. 1 saat ile 10 saatin farkini anlayamayabiliyorlar. Bunun icin cocuklarin ilgisini canli tutabilecek bazi seyler var. Oncelikle gidilen veya ulasilacak bazi yerlerle ilgili ilgi uyandirmak ve beklenti yaratmak. Birazdan cok buyuk bir dag, nehir, tunel, gol karsimiza cikacak denebilir mesela. Bak burda at ciftligi varmis veya seker fabrikasi varmis, enerji santrali varmis deyip bunlar anlatilabilir. Sofya’ya vardigimizda size kucuk bir hediyem olacak deyip onceden paketlenmis kucuk bir hediye de verilebilir. En son olarak da benim icadim olan soyle bir yontem var. Diyelim gidilecek mesafe 500 km. Her 50kmyi temsil eden ufak kagitlar/kartlar hazirlanir  yani toplam 20 adet kart/kagit parcasi. Cocuga bu elimdeki butun kartlari sana verdigimde varmis olacagiz denir. Her 50kmde bir cocuga bir kart verilir. Cocuk da boylece yolculugu kafasinda biraz daha iyi canlandirabilir. Tabi bunlar benim kizlarda ise yarayan yontemler oldu. Her cocuk farkli oldugu icin baska yontemler bulmak gerekebilir. Bu son seyahatte en cok isimize yarayan Netflixten offline olarak yaslarina uygun cizgi film ve filmleri indirmeleri ve yolculukta onu seyretmeleri oldu. Bu ozellik gercekten ise yariyor. Bizde cocuklar icin tek tablet oldugu icin internetten ucuz fiyata alinabilecek bir ses paylastirici iki kulakliktan ayni filmi seyretmelerini sagladik.  Boylece birbirleriyle anlasip ortak olarak neyi seyretmek istediklerine de karar vermek zorunda kaldilar. Iki aile gittigimiz icin ara sira buyuk cocuklari bir arabada kucuk cocuklari diger arabada toplamak da ise yaradi. Bu olaya benim kucuk kizim degis tokus yapiyoruz diye isim bile koymustu. Bu onlemlerle cocuklar yolculukta cok zorlanmadi.

Son olarak soyle bitireyim, Balkan turu yapmak isteyenlere su tavsiyem olur. Bence plajli denizli yaz tatili olarak tercih edilecek yerler degil. Ozellikle Sonbahar veya Ilkbaharda sehir turu yapip belli basil sehirlerde birer ikiser gun gecirecek sekilde dusunulurse daha guzel bir ziyaret olur. Dubrovnik ve Kotor mutlaka gorulmesi gereken yerler. Ben yillardir hayalini kurdugum bu turu sonunda yaparak merak ettigim bircok yeri gormus oldum. Aslinda arabayla bile oldukca rahat bir sekilde ulasilabilecek bu ulkeleri gorup gezmekte ve cocuklarimiza gostermekte hem tarihimizi hatirlamak hem de bugunku yakin dunyamizi tanimak acisindan cok buyuk faydalar goruyorum.

Sunday, July 2, 2017

Yanlızlık

Çocuklar yaz tatilin geçirmek için annelerinin memleketine gitti. Eşim de onları bırakmak için gitti. Yani kısacası haftasonu yanlız kaldım. Aslında birgünlük yanlızlık diyelim. Cumartesi günü akrabalarımla beraberdim. İnsan yanlızken aslında yapılabilecek ne çok şey olduğunu, günün ne kadar uzun olduğunu farkediyor. Çiçeklere su vererek güne hızlı bir giriş yaptım. Uzun zamandır öğrenmek istediğin piyano çalma işine eğildim ve yaklaşık olarak 20 dakika piyano çalmayı öğrendim. Çok fazla yol aldığım söylenemez. Ne zamandır kitap okumuyordum. Nerdeyse 10 dakika kadar sıkılmadan kitap okudum. Saat daha on bile olmamıştı. Önümde koca bir Pazar günü beni bekliyordu. Günü planlamaya başladım. Planlarken şunu farkettim; insan yanlızken bir sürü şey yapabileceğini düşünüyor ama iki tane çocuk ve eşiyle sürekli vakit geçirmeye alışmış bir adam neye elini atsa tat alamıyor. Etrafında koşuşturup duran çocuklarını, eşiyle ettiği sohbetleri arıyor. Yalnızlık özgürlük ama paylaşılmayan şeylerin tadı yok.

Sunday, December 26, 2010

Akilli.tv izliyorum



Kitap okuyamiyorum, hic zamanim yok lafini soylemeyen pek kalmadi. Aslinda cok dogru degil bu. Yani insan nelere zaman ayirabiliyor. Mesela gunde saatlerce anlamsiz isler yaparak vakit gecirmek icin zaman bulabiliyoruz. Ama kitap okumak zor geliyor, nedenini dusunmek lazim. Insanin kendisini suclamak cok kolay aslinda. Baksana kolayciliga kacan igrenc insanlar kitap okumaya useniyorlar cahil kalmayi tercih ediyorlar diyerek entel gudulerimizi tatmin edebiliriz. Ben kitap okumayi aslinda seven kendini yillarca kitaplarin buyulu dunyasinda kaybetmis bir kisiydim. Ama son zamanlarda kendime bakiyorum; bitirdigim kitap sayisi sene basindan itibaren eger yolda cevirip sorarsaniz 10'dur, eger durust cevap vermem gerekirse galiba bir falan. Okumuyorum. Eskiden kitap okuyan bir insandim simdi okumuyorum. Ustelik bundan gurur da duymuyorum cunku kitap okumayi seven biriyim. Yani okudukca neden okumuyorum diye kiziyorum kendime. Tipki senede bir kere falan tiyatroya gidince buyucu gormus olup etkilenmem gibi, okudukca seviyorum ama nedense yapmiyorum. Aslinda sebebi biraz ortada gibi. Kitap bugunun dunyasinda biraz yavas kaliyor gibi geliyor bana. Yani gun icerisinde yaptiklarima bakiyorum. Kitap okumanin yerini alan bircok aktivitem de aslinda okumakla ilgili. Is yerinde zaten surekli email okuyarak ve cevap yazarak vakit geciriyorum. Evde internette, gazeteler cesitli sitelerde vakit geciriyorum. Toplamda eger okudugum kelime sayisina bakilsa azimasanmayacak bir miktara ulasacagini tahmin ediyorum. Ama iste diyelim 200-250 sayfalik bir kitabi elime aldim mi, sayfa basina 2-3 dakika ortalamayla bir kitap yaklasik 400-7500 dakikalik bir adanmislik istiyorum. Bugun icin inanilmaz bir luks bu. Yani baska hic bir sey yapmadan bir kitaba bu kadar zaman ayirmak inanilmaz geliyor bana ve bu yuzden pek kendine yer bulamiyor hayatimda kitaplar. Malesef diyorum tekrar, gurur duymuyorum ama benim icin boyle oluyor. Dunyamiz ayni anda bir cok seyi yapma dunyasi, bir yandan internette sorf yaparken diger yanda ailemizde okyanus otesinden bilgisayar uzerinden konusabildigimiz bir dunya bu ve bizler de bunu sonucuyuz sanki. Belki de sadece ben boyleyim, hepiniz ciltlerce kitaba kitap demiyorsunuz bir sene boyunca. Simdi gelelim beni bu blogu yazmaya iten sebebe; aslinda soyle bir espri vardir bu kitabi henuz okumadim cunku filmi/dizisi henuz cekilmedi. Evet o kadar zaman ayirip kitaba vakit bulamiyoruz ama en azindan konu olarak kitabin bir tadini bize verebilecek, anlamdan anlatimdan buyuk kayiplara ugrayacagini hissetsek, hayal gucumuzu bosa cikaracagini bilsek bile filmin cazibesine kapiliyoruz. Tercih yapmak gerekirse sahsen kitabi hemen her seferinde filme tercih ederim teorik olarak ama olmuyor insanlar filmini seyrediyor. Urkutucu olan ise su; kendimi bazen film izlerken de sabirsiz tahammulsuz gormeye baslamam. Yani film basliyor, kendisini iyice akici bir sekilde ifade edemiyor, konuya girilemiyor, olay uzuyor. Neyse film bir sekilde bitiyor. Bir bakiyorum cok kisa bir zamanda anlatilabilecek bir olay 120-150 dakikalik filme donusmus. Artik cagimzi internette seyrettigimiz kisa videolarin cagi. Bizler 30-120 saniye icinde bir yere baglanan komik goruntuler, spiker hatalari, cok acaip kazalar sonucu yaralanan olen insanlari bekler duruma geldik. Bilmiyorum nereye gittigimi gorebiliyor musunuz ama bir sure sonra soyle insanlarla karsilasmaya baslayacakmisiz gibi geliyor "film izleyemiyorum cunku vaktim yok". Kitap okumak bu insanlara zaten cok uzak gelecek ama film seyretmek bile iyice talepkar duruma gececek. Bu kisiler bloglarina bu sene baslayip sonuna kadar gittigim film sayisi 5tir falan gibi seyler soyleyecekler. Butun hayatimiz akilli.tv kanalindaki kisa komik carpici video goruntulerine donusecek. Iste bu da benim gelecege donuk tahminim olsun.

Saturday, November 20, 2010

Cafe au lait


Bundan yillar once olan bir olayi anlatmak istiyorum. O zamanlar Bruksel'de yasiyordum. Pazar gunleri istasyonun oldugu yerde pazar kurulurdur. Meyve sebze alisverisini ordan yapmaya calisirdim. Hem fiyatlar uygundu, hem de ortam bana bagrisan pazarcilarla, karmasasiyla Turkiye'yi hatirlatir biraz sila hasreti gidermeme yardimci olurdu. Acikcasi Turkiye'de kurulan pazarlardan tek buyuk farki vardi. Butun pazarcilar saat 14:00 oldu mu bulunduklari yeri tamamiyla temizlemis ve bulduklari sekilde terketmis durumda olurdu. Cunku bu saatten sonra elinde fotograf makinasiyla polisler kurallara uymamis olan ve yerleri kirli birakmis pazarcilarin resimlerini cekmeye baslardi.

Iste bu pazarin hemen yaninda Fas'lilarin islettigi cafeler bulunurdu. Her zaman orda oturan insanlarin sakinligine ve ictiklerine ozenmeme ragmen bir turlu zaman bulup oturamazdim. Birgun bir sekilde isler yolunda gitti ve pazar alisverisini tamamladiktan sonra ben de cafenin disarda bulunan sandalyelerinden birine yerlestim. Amacim herkesin ictigi ve giptayla baktigim cam bardak icinde gozuken kahvelerden bir tane icmekti. Goruntu itibariyla bana Yunanistandaki frappe kulturunu de animsatiyordu. Neyse garson geldi, hevesle "un cafe s'il vous plait" dedim. Heyecanla beklemeye basladim. Aradan 10 dakika kadar gectikten sonra garson onume herhangi bir Belcika cafesinde icilebilecek kadar siradan ve bir o kadar da kotu bir filtre kahveyi porselen fincanda koydu. Tamamen yikilmistim. Ne umdum ne buldum diyerek kotu kahveyi ictim ve eve yollandim. Aradan epey zaman gecti, bir turlu bu travmayi atlatip tekrar o cafelerde oturup frappe benzer kahveyi icemedim. Ara sira oturup "nane cayi" iciyordum ama cesaret edip bu adamlar ne iciyor diye soramiyordum. Sonra bir vesileyle adinin "cafe du lait - sutlu kahve" oldugunu ogrendigim kahveden de siparis verdim ama acikcasi gelene kadar icimi bir korku kapladi ya adam yine normal kahve ve yaninda sut getirirse diye. Neyse bekledigim gibi olmadi ve istedigim sey bu sefer geldi ve severek ictim. Yolu herhangi bir Arap kahvesine dusen olur da ne soyleyecegini bilemeyen olursa benim tavsiyem cafe du lait veya the du mint.

Monday, November 15, 2010

Catalca heryerdeymis.







Kurban Bayrami tatilini gecirmek icin Rusya'nin Ekaterinburg sehrindeyim. Esimin dogdugu ve ailesinin hala yasamakta oldugu sehir oldugu icin buraya ara sira yolum dusuyor. Rusya'nin surekli ileriye dogru gelismesine cok iyi tanik olma imkani da veriyor bu bana.
Bu sabah en son dort sene once geldigim sokaklarda gezerken yeni yapilmis konutlari, adalet sarayini, acilan supermarketleri, isikli caddeleri hayretle gozlemledim. Iste orda dur di mi? Yani bak adamlar ne kadar da gelisti, aferim, ilk geldigim 2000 yilina gore ne kadar da farkli hersey de orda kal olmaz mi? Olmaz arkadasim. Catalca ruhu devreye girecek.
Hani su Catalca'da bir arsa varmis veya buralar hep dutluktu zamaninda su kadar ucuzdu almadik dusuncesi. Birdenbire kendimi bu dusunceler icerisinde buldum. 2000 yilinda ne kadar da erisilebilirdi hersey. Belki de Turkiye'de bir araba fiyatina orta olcekli bir arsa almak ve su anda o degeri bilmem ne kadar katlamak mumkundu. Kacan firsatlar geldi gozumun onune, bir anda buna odaklanmaya basladim. Eve dondugumde kayinvalideme, adalet sarayinin arka tarafindaki izbe mahalleler cok pahaliya benzemiyor acaba bir yer alsak nasil olur falan derken yakaladim kendimi. Gerci cok pahaliymis oralar, bizdeki sit alani gibiymis ama yine de sormaya degerdi. Gordum ki Catalca ruhu heryerdeymis ve Catalca butun dunyaymis, anlayana.
Kapanisi Turkler ve Ruslarin birbirine bakis acisiyla kapatalim. Izbe Rusca'da "ev" anlamina gelen bir kelime. Genellikle koyluk yerlerdeki tek katli evlere izbe deniyor. Oysa dilimizde izbe, perisan olmus harap hale donmus yerlere deniyor. Benzer sekilde Rusca' da saray, pislik, yikinti, guzel olmayan yerler icin kullanilan bir kelimeyken, Turkce'de sultanlarin padisahlarin yasadigi harika mekanlar oluyor. Iste dil boyle bisey iki komsu millet iki dil.

Friday, December 25, 2009

Anahtar


Arabamdan iniyorum. Cok kisa bir isim var. Hemen arabaya donuyorum. Kapi acilmiyor. Bir kac kere deniyorum. Hay Allah! Neden acilmiyor bu kapi. Meger aceleyle inerken farkina varmadan kilitlemisim arabayi. Benim arabam falan diye dusundugum araba anahtari gormeden kapilarini acip beni iceri almiyor. Beni tanimiyor! E hani araba benimdi? Bir kac dakika oncesine kadar sahibiydim. Anahtar olmadi mi olmuyor iste. Bu anahtar belasindan insan 30 senedir yasadigi evinin kapisinin onunde paspas gibi kaliverir de cilingir veya yedek anahtari olan bir tanidik derdine duser. Insanin sahipligi anahtarla sinirli demek ki.

Bu kisa olay beni bir an icin anahtar kavrami uzerine dusunduruyor.
Bruksele tasinmadan once Turkiye'deki isimden ayrilip ofisin anahtarlarini, evimi kiraya verip evin anahtarlarinin, arabami satip arabanin anahtarlarini elden cikarmistim. O son anahtarin da elimden gittigi ani cok net hatirliyorum benim icin cok etkileyiciydi. Epey bir sure bir eksiklik, ciplakliga yakin bir bosluk hissetmistim. Bruksel'de evin ve arabanin anahtarlarini alana kadar devam etmisti bu his. Gercekten cok garipti dusununce.

Anahtar hayatimizda oldukca fazla yer tutan, anlami olan bir nesne. Kapilari aciyor, arabalari calistiriyor, tamamen gerekli bir seye benziyor. Yine araba ornegine donecek olursak su anda anahtari o kadar benimsemisiz ki arabanin deposuna konulan benzin kadar arabanin gitmesi veya kapilarin acilmasi icin gerekli goruluyor. Aslinda uzerinde dusunce anahtarin hic bir fonksiyonu veya arti degeri yok. Evet biliyorum hirsizlara karsi koruyor falan ama bir an icin hirsizlik veya baskasinin malini alma diye birseyin olmadigini farzedelim. Boyle bir dunyada hic kimsenin anahtara ihtiyaci yok. Insan arabasini evin onune parkediyor. Kapilari kilitlemeye gerek yok cunku o arabanin benim oldugunu veya en azindan kendilerinin olmadigini herkes biliyor, evin kapisi kilitli degil. Kapiyi acip giriyorum ve sadece kapiyi cekiyorum. Kilit zaten yok. Anahtar olmayinca kaybetme, unutma derdi de yok. Anahtarsiz bir dunya ne guzel olurdu.

Friday, November 27, 2009

Pisagor'un donu

Ortaokul ve lise yillarinda herhalde en sevmedigim derslerden birisi tarihti. Ne ilginctir ki universiteden sonra tarih gitgide cok ilgimi ceker oldu ve sonunda en sevdigim konulardan birisi oldu denebilir. Bana boyle sevme potansiyelim olan bir konuyu nefret ettirme basarisi gosteren mufredati basarisindan dolayi tebrik etmek gerekir. (Ayrica mufredat kelimesi de bir tek burda kullanilabiliyor galiba.)
Matematik ise sevdigim bir konuydu. Fakat bir cok sinif arkadasim icin bu boyle degildi. Cogu nefret ederdi matematikten. Icinde eglenceye ve toleransa hic yer olmayan acimasiz bir bilimdi matematik. Oysa ne kadar da kolay insana bir dersi sevdirmek ilgisini cekecek bir nokta bulmak.
Mesela konu Pisagor olsun. Pisagor hatirlayacaksiniz su dik kenar ucgenlerle ilgili denklemi bulan unlu matematikci. Hadi kisaca hatirlayalim. Bir dik kenar ucgenin iki kisa kenarinin uzunluklarinin karelerinin toplami en uzun kenarin uzunlugunun karesine esittir. Bir de ornekle pekistirelim. Kisa kenarlari 3 cm ve 4 cm olan bir dik kenar ucgen olsun. 3 un karesi 9, 4un karesi 16. 16 + 9 = 25 ve bu esittir uzun kenarin karesine. 25in karekokunu alinda uzun kenarin 5 oldugu bulunur. Ne kadar basit degil mi? Tamam bu kadar hatirlama yeter simdi tekrar konuya bakalim. Olayi eglenceli hale getirecegiz degil mi? Iste soyle yapiyoruz.
Simdi bir kagida bir dik kenar ucgen cizelim. her kenarina kenar uzunlugu ebatlarinda uc adet kare ekleyelim. En uzun kenar, veya an buyuk kare yukari gelecek sekilde cevirelim. Iste bu sekil bir erkek ic camasirini (slip don) andirir. Buna da Pisagor'un donu denir, e tabi hakli olarak.
Burda yapilmisi var (not sekli buyuk kare yukari gelecek sekilde dusununuz):