Sunday, December 26, 2010

Akilli.tv izliyorum



Kitap okuyamiyorum, hic zamanim yok lafini soylemeyen pek kalmadi. Aslinda cok dogru degil bu. Yani insan nelere zaman ayirabiliyor. Mesela gunde saatlerce anlamsiz isler yaparak vakit gecirmek icin zaman bulabiliyoruz. Ama kitap okumak zor geliyor, nedenini dusunmek lazim. Insanin kendisini suclamak cok kolay aslinda. Baksana kolayciliga kacan igrenc insanlar kitap okumaya useniyorlar cahil kalmayi tercih ediyorlar diyerek entel gudulerimizi tatmin edebiliriz. Ben kitap okumayi aslinda seven kendini yillarca kitaplarin buyulu dunyasinda kaybetmis bir kisiydim. Ama son zamanlarda kendime bakiyorum; bitirdigim kitap sayisi sene basindan itibaren eger yolda cevirip sorarsaniz 10'dur, eger durust cevap vermem gerekirse galiba bir falan. Okumuyorum. Eskiden kitap okuyan bir insandim simdi okumuyorum. Ustelik bundan gurur da duymuyorum cunku kitap okumayi seven biriyim. Yani okudukca neden okumuyorum diye kiziyorum kendime. Tipki senede bir kere falan tiyatroya gidince buyucu gormus olup etkilenmem gibi, okudukca seviyorum ama nedense yapmiyorum. Aslinda sebebi biraz ortada gibi. Kitap bugunun dunyasinda biraz yavas kaliyor gibi geliyor bana. Yani gun icerisinde yaptiklarima bakiyorum. Kitap okumanin yerini alan bircok aktivitem de aslinda okumakla ilgili. Is yerinde zaten surekli email okuyarak ve cevap yazarak vakit geciriyorum. Evde internette, gazeteler cesitli sitelerde vakit geciriyorum. Toplamda eger okudugum kelime sayisina bakilsa azimasanmayacak bir miktara ulasacagini tahmin ediyorum. Ama iste diyelim 200-250 sayfalik bir kitabi elime aldim mi, sayfa basina 2-3 dakika ortalamayla bir kitap yaklasik 400-7500 dakikalik bir adanmislik istiyorum. Bugun icin inanilmaz bir luks bu. Yani baska hic bir sey yapmadan bir kitaba bu kadar zaman ayirmak inanilmaz geliyor bana ve bu yuzden pek kendine yer bulamiyor hayatimda kitaplar. Malesef diyorum tekrar, gurur duymuyorum ama benim icin boyle oluyor. Dunyamiz ayni anda bir cok seyi yapma dunyasi, bir yandan internette sorf yaparken diger yanda ailemizde okyanus otesinden bilgisayar uzerinden konusabildigimiz bir dunya bu ve bizler de bunu sonucuyuz sanki. Belki de sadece ben boyleyim, hepiniz ciltlerce kitaba kitap demiyorsunuz bir sene boyunca. Simdi gelelim beni bu blogu yazmaya iten sebebe; aslinda soyle bir espri vardir bu kitabi henuz okumadim cunku filmi/dizisi henuz cekilmedi. Evet o kadar zaman ayirip kitaba vakit bulamiyoruz ama en azindan konu olarak kitabin bir tadini bize verebilecek, anlamdan anlatimdan buyuk kayiplara ugrayacagini hissetsek, hayal gucumuzu bosa cikaracagini bilsek bile filmin cazibesine kapiliyoruz. Tercih yapmak gerekirse sahsen kitabi hemen her seferinde filme tercih ederim teorik olarak ama olmuyor insanlar filmini seyrediyor. Urkutucu olan ise su; kendimi bazen film izlerken de sabirsiz tahammulsuz gormeye baslamam. Yani film basliyor, kendisini iyice akici bir sekilde ifade edemiyor, konuya girilemiyor, olay uzuyor. Neyse film bir sekilde bitiyor. Bir bakiyorum cok kisa bir zamanda anlatilabilecek bir olay 120-150 dakikalik filme donusmus. Artik cagimzi internette seyrettigimiz kisa videolarin cagi. Bizler 30-120 saniye icinde bir yere baglanan komik goruntuler, spiker hatalari, cok acaip kazalar sonucu yaralanan olen insanlari bekler duruma geldik. Bilmiyorum nereye gittigimi gorebiliyor musunuz ama bir sure sonra soyle insanlarla karsilasmaya baslayacakmisiz gibi geliyor "film izleyemiyorum cunku vaktim yok". Kitap okumak bu insanlara zaten cok uzak gelecek ama film seyretmek bile iyice talepkar duruma gececek. Bu kisiler bloglarina bu sene baslayip sonuna kadar gittigim film sayisi 5tir falan gibi seyler soyleyecekler. Butun hayatimiz akilli.tv kanalindaki kisa komik carpici video goruntulerine donusecek. Iste bu da benim gelecege donuk tahminim olsun.

Saturday, November 20, 2010

Cafe au lait


Bundan yillar once olan bir olayi anlatmak istiyorum. O zamanlar Bruksel'de yasiyordum. Pazar gunleri istasyonun oldugu yerde pazar kurulurdur. Meyve sebze alisverisini ordan yapmaya calisirdim. Hem fiyatlar uygundu, hem de ortam bana bagrisan pazarcilarla, karmasasiyla Turkiye'yi hatirlatir biraz sila hasreti gidermeme yardimci olurdu. Acikcasi Turkiye'de kurulan pazarlardan tek buyuk farki vardi. Butun pazarcilar saat 14:00 oldu mu bulunduklari yeri tamamiyla temizlemis ve bulduklari sekilde terketmis durumda olurdu. Cunku bu saatten sonra elinde fotograf makinasiyla polisler kurallara uymamis olan ve yerleri kirli birakmis pazarcilarin resimlerini cekmeye baslardi.

Iste bu pazarin hemen yaninda Fas'lilarin islettigi cafeler bulunurdu. Her zaman orda oturan insanlarin sakinligine ve ictiklerine ozenmeme ragmen bir turlu zaman bulup oturamazdim. Birgun bir sekilde isler yolunda gitti ve pazar alisverisini tamamladiktan sonra ben de cafenin disarda bulunan sandalyelerinden birine yerlestim. Amacim herkesin ictigi ve giptayla baktigim cam bardak icinde gozuken kahvelerden bir tane icmekti. Goruntu itibariyla bana Yunanistandaki frappe kulturunu de animsatiyordu. Neyse garson geldi, hevesle "un cafe s'il vous plait" dedim. Heyecanla beklemeye basladim. Aradan 10 dakika kadar gectikten sonra garson onume herhangi bir Belcika cafesinde icilebilecek kadar siradan ve bir o kadar da kotu bir filtre kahveyi porselen fincanda koydu. Tamamen yikilmistim. Ne umdum ne buldum diyerek kotu kahveyi ictim ve eve yollandim. Aradan epey zaman gecti, bir turlu bu travmayi atlatip tekrar o cafelerde oturup frappe benzer kahveyi icemedim. Ara sira oturup "nane cayi" iciyordum ama cesaret edip bu adamlar ne iciyor diye soramiyordum. Sonra bir vesileyle adinin "cafe du lait - sutlu kahve" oldugunu ogrendigim kahveden de siparis verdim ama acikcasi gelene kadar icimi bir korku kapladi ya adam yine normal kahve ve yaninda sut getirirse diye. Neyse bekledigim gibi olmadi ve istedigim sey bu sefer geldi ve severek ictim. Yolu herhangi bir Arap kahvesine dusen olur da ne soyleyecegini bilemeyen olursa benim tavsiyem cafe du lait veya the du mint.

Monday, November 15, 2010

Catalca heryerdeymis.







Kurban Bayrami tatilini gecirmek icin Rusya'nin Ekaterinburg sehrindeyim. Esimin dogdugu ve ailesinin hala yasamakta oldugu sehir oldugu icin buraya ara sira yolum dusuyor. Rusya'nin surekli ileriye dogru gelismesine cok iyi tanik olma imkani da veriyor bu bana.
Bu sabah en son dort sene once geldigim sokaklarda gezerken yeni yapilmis konutlari, adalet sarayini, acilan supermarketleri, isikli caddeleri hayretle gozlemledim. Iste orda dur di mi? Yani bak adamlar ne kadar da gelisti, aferim, ilk geldigim 2000 yilina gore ne kadar da farkli hersey de orda kal olmaz mi? Olmaz arkadasim. Catalca ruhu devreye girecek.
Hani su Catalca'da bir arsa varmis veya buralar hep dutluktu zamaninda su kadar ucuzdu almadik dusuncesi. Birdenbire kendimi bu dusunceler icerisinde buldum. 2000 yilinda ne kadar da erisilebilirdi hersey. Belki de Turkiye'de bir araba fiyatina orta olcekli bir arsa almak ve su anda o degeri bilmem ne kadar katlamak mumkundu. Kacan firsatlar geldi gozumun onune, bir anda buna odaklanmaya basladim. Eve dondugumde kayinvalideme, adalet sarayinin arka tarafindaki izbe mahalleler cok pahaliya benzemiyor acaba bir yer alsak nasil olur falan derken yakaladim kendimi. Gerci cok pahaliymis oralar, bizdeki sit alani gibiymis ama yine de sormaya degerdi. Gordum ki Catalca ruhu heryerdeymis ve Catalca butun dunyaymis, anlayana.
Kapanisi Turkler ve Ruslarin birbirine bakis acisiyla kapatalim. Izbe Rusca'da "ev" anlamina gelen bir kelime. Genellikle koyluk yerlerdeki tek katli evlere izbe deniyor. Oysa dilimizde izbe, perisan olmus harap hale donmus yerlere deniyor. Benzer sekilde Rusca' da saray, pislik, yikinti, guzel olmayan yerler icin kullanilan bir kelimeyken, Turkce'de sultanlarin padisahlarin yasadigi harika mekanlar oluyor. Iste dil boyle bisey iki komsu millet iki dil.